Bir şapkanın 40 yıl hatırı varmış

Yaşım beş… Kirazlı şapkam var. Tokyo da alındı. Terliklerimi çok seviyorum.

Haberin Devamı

Küçük bir sayfiye yeriydi. Her şey denizle başlardı… Sahilinin tadını, balığının lezzetini, insanın insancıllığını hem biz yerli halkı, hem de civar şehirlerden günübirlik ya da tüm sezon için gelenler çıkarırdı. Biz hep oradaydık. O yüzden yeni gelen yüzleri bilirdik. Yalnız bu bilmenin dışında benim hafızama kazınır bir daha da çıkmazdı yüzler.

Bir şapkanın 40 yıl hatırı varmış

Eski adı Gümenez olan Yakakent’te, her yıl bir şey moda olurdu çocuklar arasında.

Bir yıl bisikletle gezmek mesela. Bakmışsın herkesin bir bisikleti var. Akşam olunca grup halinde geziyorsun. Kapışıyorsun falan. Bir yıl, hortumdan külah atarak savaşmak... Öyle kızı- erkeği yok, moda ortaya karışık bizde. Bir başka yıl ayağa geçirilip öbür ayağın altından atlayarak dolaştığın halhal.

Haberin Devamı

Bunların dışında giydiklerin de modaya uygun olacak. Ayy o yılın modası da tokyo terlik bir de başta hasır şapka. Hani yanında kirazlar sallananlardan… Polyanna şapkası benim tabirimle. Bana da alındı tabii.

Bir şapkanın 40 yıl hatırı varmış

Yaşım beş… Kirazlı şapkam var. Tokyo da alındı. Terliklerimi çok seviyorum. Beyaz, üstü çapraz bantlı, tabana yakın yerleri sarı mavi çizgili. Oturup yiyesin geliyor o çizgili kısmı, o kadar... Yürürken topuğa vurarak “tlık tlık” sesler çıkartmıyor mu bayılıyorum. Aman bir alına salına giyiyorum. Havamdan geçilmiyor. Christian Louboutin giysem o kadar havam olmaz. Yürürken devamlı ayaklarıma bakıyorum ayrıca. Bu yüzden kaç kere yere kapaklanmışlığım var…

Ertesi yıl da modası tam geçmemiş tokyoların. Benim de ayaklar fazla büyümemiş ki hala giyiyorum. Ama artık fazla kullanımdan hafif yamulmuş süngeri. Çizgileri kaymış. Tam o sıralarda komşumuzun kızı Şule ile kardeşi Hüseyin’e alınmış bunlardan. Eee, tabi bir yıl sonrasının tokyoları bunlar, daha bir geliştirilmiş güzelleştirilmiş. Hüseyin’inkinin renkleriyle benimki benziyor ama Şule’ninkinin taban kısmı kırmızı sarı yeşil çizgili. O ne afili renkler. Üstelik terliğin önü de kare kesim. Hemen o gün, Şule ve Hüseyin’le evcilik oynamak için balkonlarına gidiyorum ama amacım farklı. Amacım, evcilik gereği balkondan bahçelerine inmek, inerken de o tokyoları giymek. Görürlerse “yanlışlıkla giydim” falan diyeceğim.

Haberin Devamı

Amacıma ulaşıyorum. Evcilik oynarken ara sıra dolanmam gerektiğinde Şule’nin tokyolarını ayağıma geçiriyorum. Bir iki dakikalık ama olsun. O ne rahatlık, o ne güzellik. Benimkine artık bakamıyorum bile.

Daha bu terliklerin ukdesi tam çıkamamışken içimden, bir hafta sonra daha büyük bir şokla sarsılıyorum. Dedemlere misafir gelmiş. Değişik isimli bir aile… Babanın adı Aclan -ki duymamışız daha önce. İki kızı var. Şenay ve Sonseray… Hadi Şenay bilindik, Sonseray da ne demek?

Sonseray kızlardan büyüğü. Yaklaşık yedi yaşında. Kısacık kumral saçları var. Başında hasır bir şapka. Genel modadan biraz farklı. Hasırı daha yumuşak. Kirazı ise sallanmıyor, işleme olarak yapılmış üstüne. Ailelerimiz dedemlerde oturur sohbet ederken, biz hemen yüz metre ötedeki teyzemin bahçesinde oyun oynamak için evden çıkıyoruz.

Haberin Devamı

Bir şapkanın 40 yıl hatırı varmış

Yamulmuş tokyolarımı giyiyorum. O da ne? Bu kızların da tokyoları var. Ama onlarınkiler benim ve Şule’ninkilerden farklı. İncecik tabanlı üstüne üstlük parmak arası. Allah'ım, daha öbürkülerin şokunu yeni atlatmışım, bunlar da nereden çıktı? Gözümü mavi tabanlı, beyaz parmak arası güzelliklerden alamıyorum. Hemen oyun alanına gitmek, evcilik oynamak ve yanlışlıkla şu terlikleri giymek için can atıyorum.

Bir şapkanın 40 yıl hatırı varmış

Bahçedeyiz… Ama işte bahçe ya, kimse terliğini çıkarmıyor ki. Pes eder miyim? Şenay’ınkilerin bana daha uygun geleceğini düşünerek soruyorum. “Terliklerini deneyebilir miyim? Sen de benimkileri giyebilirsin çok rahat”

Yalana bak. Yamuk onlar yamuk.

Haberin Devamı

Çıkarıyor evet. Hemen takıyorum ayaklarıma. Parmak arası. Ne değişik. Ohhh bu ne kadar rahat bir şey. Ayağımdan hiç çıkarasım yok. Kız bakıyor ki benim ağzımdan salyalar akıyor, çıkarmamı istiyor artık. “Bunları bizim annemiz bizim için aldı senin için değil.”

Yedik sanki. Çıkarıyorum elim mahkum.

Akşamüstü gidiyor bu değişik isimli aile. Bir daha da asla görmüyorum.

Lakin giderlerken arkalarında bir şey unutuyorlar: Sonseray’ın hasır şapkası.

Anneannemin denize bakan küçük odasındaki gardırobun üstüne konuluyor şapka. Geri ya da bir geldiklerinde verilecek. Lakin bir ay oluyor yok, iki ay oluyor yok, yaz bitiyor, yine yok. Haber de kendileri de yok. Bütün kış boyunca haber gelmeyince de ne oluyor? Bahar ayı gelir gelmez “gelecekleri yok” diyen anneannem hasır şapkayı bana veriyor. Polyanna’ya ayıp edişime aldırmadan, kendi hasır şapkamı anında iterek, bu kirazı yanında işlenmiş olan Sonseray’ınkini takıyorum. Artık bütün belde beni şapkamla da tanıyor. Yazın her günü başımda.

***

Haberin Devamı

Yıllar geçiyor… Yaklaşık bir otuz yıl kadar… İnternet hayatımıza girince, boş zamanlarımda araştırma yapıyorum. Her şeye bakıyorum. Ama en çok eski arkadaşlarım, öğretmenlerim neredeler onları merak ediyorum? Sonseray da aklımda. Onu da arıyorum. Kimdi, nereden gelmişlerdi, neden bir daha gelmediler? Kızı bulsam diğerlerini de sorarım sorularımın. Ama arama motoru böylebir ismi ülkemizde tanımıyor. Amerika kıtasına yönlendiriliyorum.

Aklıma geldikçe, iki yıl da bir, beş yılda bir bakmışım bu isme. Bulamamışım. Ta ki geçen yıla kadar. Onun ismi sosyal medyada nihayet karşıma çıkıyor.

“Allah Allah bu da kim? Beni bir gruba eklemiş. Tanıdığımı zannetmiyorum. Yoksa bu ismi hatırlardım. Sonseray…” diyor kardeşim.

İsmi duyunca kulaklarım dikleşiyor. Kardeşimin listesine bakıyorum. Evet, gerçekten de o isim ama acaba o kız mı?

Hemen kendisine küçük bir mesaj atıyorum. “Selamlar, hiç hayatınızda Yakakent’e geldiniz mi ve Şenay adında bir kız kardeşiniz var mı acaba?” Hemen yanıt geliyor ertesi gün. “Evettt??” şaşkın olduğunu anlıyorum. “ Ha, o zaman sen ve kardeşin benimle evcilik oynayan parmak arası terlikli kızlarsınız” yazıyorum..

Daha da şaşırıyor. Beni de, o günü de elbette hatırlamıyor ama benden geçmişinin o saatlerini dinlemeyi çok istiyor.

İşte böyle başlıyor yazışmalarımız.

“Seneye yazın seni ziyaret edeceğim” diyor. “Beklerim” diyorum. Bekliyorum. Geliyor. Eşi Erhan, kainat güzellerine taş çıkartacak güzellikteki kızı Ece ve yakışıklı oğlu Ege ile birlikte, beni her zamanki yerimde, anneannemin bahçesinde, incir ağacının altındaki sedirimin üzerinde Kleopatra’lık yaparken buluyor.

Aslında, birbirimize bir oyun süresi dışında yabancı iki kişi olmamıza rağmen, geçmişin ortak bir tarihinde, ortak bir oyunun iki kahramanı olarak, sanki o çocukluğu kucaklar gibi kucaklıyoruz birbirimizi.

Sanki aynı kaynak suyundan içmişiz gibi ikimiz de laf bol. Bir o başlıyor bir ben, bir o anlatıyor bir ben… Önce isminden başlıyor ama. Babasının bir filmden etkilenip, oradaki Kızılderili kızın adını kendisine verdiğini söylüyor. O zaman anlıyorum ismini yazdığımda neden Amerika’ya yönlendirildiğimi… Olsa, bir de barış çubuğu tüttürmek istiyorum ama şartlar kısıtlı bahçede. Çubuklar yerine, ikisinin de aynı gün doğduğunu öğrendiğimiz Ege ve Thomas’ı barış totemi ilan ediyoruz.

Yavaş yavaş ailem, kardeşim, teyzelerim anneannem de katılıyor bize. Kocaman bir grup oluyoruz. Sohbet ediyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Sonra yiyoruz içiyoruz…

Aklıma geliyor sonra. “Sonseray, bir şapkan vardı. Hasır. Üstü kiraz kabartmalı. Burada unutmuştun. Bekledik gelmedin. Sonra ben güle güle giydim, başımda paralandı. Helal et ha.”

“Helal olsun” diyor gülerek. “İyi ki de o şapkayı unutmuşum, iyi ki aklında kalmışım da yeniden bulmuşsun beni.”

Gülümsüyorum ben de. “Eeee Sonseray, bir şapkanın kırk yıl hatırı varmış”

Yazarın Tüm Yazıları